Bu Blogda Ara

17 Ocak 2007 Çarşamba

Çerkesler gitmekle kalmak arasında





Çerkesler gitmekle kalmak arasında


Sürgünün hemen ardından anayurda dönüş hayali kuran Çerkesler, kesin dönüş yapmakla ziyaretleri sıklaştırmak arasında çözüm arıyor.


Dünya Çerkes Birliği 140 yıl önce Kafkasya’dan sürgün edilen soydaşlarını İstanbul’da buluşturmaya hazırlanıyor. Mayıs başında düzenlenecek Çerkes Kongresi’nin alışılageldiği üzere Kafkasya’da değil de İstanbul’da yapılacak olmasının birkaç sebebi var. Suriye, İsrail, Ürdün, Lübnan, Mısır, Makedonya, Yunanistan gibi kırka yakın ülkeye dağılan Çerkeslerin en yoğun yaşadığı ülke Türkiye. Öyle ki, anayurtları Kafkasya’da 700 bini bulan Çerkes nüfusunun Türkiye’de 2 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu özel konumun Türkiye’nin sorumluluğunu artırdığına dikkat çeken Çerkeslerin sıklıkla dile getirdiği ‘dili unutma ve hızla asimile olma’ problemi kongrede tartışılacak ana maddelerden biri. “Türkiye’nin demokratikleşme sürecine katkıda bulunmak ya da anayurda dönmek.” Tamamıyla yok olmamak için elzem bulunan iki yoldan hangisi seçilecek? Sürgünün hemen ardından hayalini kurdukları ‘Kafkasya’ya dönüş’ mümkün mü? Diaspora Çerkeslerinden seçilmiş delegeler halka kapalı oturumlarda bunları tartışacak.

ÇERKESLERİN TÜRK OLMADIĞI ANLAŞILMALI

Geçtiğimiz günlerde Osmanlı Bankası Müzesi’nde gösterilen ‘Kaf Dağı Düşü’ adlı belgesel, ardından gerçekleştirilen söyleşi ‘asimile’ olduklarını düşünen Çerkeslerin talepleri ve geri dönüşe ilişkin düşünceleriyle ilgili ipuçları veriyordu. Doğrusu bu ya, kulaklarımız alışkın değildi geri dönüş projesi gibi sözlere. Biz annemizden yalnızca ‘güzel Çerkes kadınlarının temiz evleri ve leziz yemekleri’ne dair hikâyeler dinlemiştik. Onlar komşu köyün sakini, bitişik kapıdaki komşumuzdu. Öteki mi, yabancı mı? Hâşâ! Hadi itiraf edelim, 140 yıldır bu topraklarda yaşayan Çerkeslerin farklı gelenekleri olan bir Türk boyu olduğunu düşünen yok muydu aramızda?

‘Vatanından Uzaklara Çerkesler’ kitabının editörü Murat Papşu, Türklerdeki Çerkes algısını hiç de masumane bulmuyor. Ona göre, ‘Çerkesler bizden biri’ demek hatta bu tür cümleler kurma gereği duymayacak kadar onları benimsemiş olmak tehlikeli bir tavır. Bu zihniyetin altında bir tahakküm, farklılıkları yok sayma ya da merak etmeme anlayışı var. Entelektüellerin Kızılderili soykırımı ya da Afrikalı bir kabileyle ilgilenip 140 yıldır birlikte yaşadıkları Çerkesler hakkında hiçbir şey bilmemesinden rahatsız olan Papşu, ‘Ben Çerkesim.’ dediğinde, ‘Çerkes Ethem, Çerkes tavuğu ve Çerkes kızı’ üçlemesinin sıralanmasından da hiç hazzetmiyor. Onun isteği, Çerkeslerin Türkiye’ye sürgün edilmiş, ayrı dile ve geçmişe sahip bir Kafkas halkı olduğunun fark edilmesi. “Türk tarih tezi bilimsel bir temele dayanmasa da Anadolu’da yaşayan bütün uygarlıkların Türk olduğunu ilân etti. Bu durumda Lazlar, Arnavutlar, Gürcüler ve Çerkesler gibi Müslüman etnik gruplar ‘bizden’ oldu; ama aykırı şeyler talep etmedikleri sürece.” diyen Papşu’nun ilginç gözlemleri var. Bosna Savaşı sonrasında bölgeye giden ilk Türk ekibinin rehber götürmeyişi ya da Türklerin Gürcistan’dan gelen Gürcülerle Suriye’den gelen Çerkeslere Türkçe konuşmaya çalışması, onların ayrı bir dil konuştuğunu görünce şaşırması gibi… Halkın, Türkiye’deki Müslüman etnik grupların ‘Türk olmadığı’nı 90’lı yıllardan sonra fark ettiğini düşünen Papşu, bir yandan da kendisini ‘Türk’ gibi gören Çerkesler’e dikkat çekiyor: “Bir etnik grubun topyekûn aynı düşüncede olması beklenemez. Çerkesler içinde de kendini Türk sayan ve resmî ideolojiyi benimseyen çok sayıda kişi var. Anadilinde yayın çıkınca ben bunu istemiyorum diyen Çerkes de bulabilirsiniz. Nitekim Düzce’de buldular. Sivas’ta yaşayanların da Sünni kanatta yer alıp milliyetçilere destek verdiğini düşünüyorum.”

Aslında Papşu da Türkçe konuşulan bir evde, ‘Biz Türk müyüz?’ sorusuna ‘Evet, Türküz’ diyen bir anne-babanın elinde büyümüş. Politik bakıştan mahrum olduğuna inandığı ebeveyninin onu okulda zor durumda bırakmamak için böyle söylediğini düşünüyor şimdi. O yıllardan hatırladığı bir başka şey, okulda ‘Türküm, doğruyum…’ diye ant içip evde ayrı bir millet olarak Türklerden söz edildiğini duymanın kafasını ne denli karıştırdığı. Çerkesceyi sekiz yaşına kadar birlikte yaşadığı nine ve dedesinden duyabilmiş. İki ayrı lehçeye sahip anne-babası Türkçe aracılığıyla anlaşınca, anadilini kendi gayretiyle öğrenmek zorunda kalmış. “Şu an bizim için en büyük sorun dilimizi unutuyor olmamız.” diyor Papşu, “Dil, kültürün temel taşıyıcısı ise şayet Çerkescenin bir kuşaklık ömrü kaldı. Eşim benden daha iyi Çerkesce biliyor; ama dışarıda kullanmayınca evde de kullanmıyoruz. Biz, yaşadığı ülkenin dilini konuşan ama kendi kimliğini korumaya devam eden bir milletiz. Tıpkı Almanya’da doğan Türkler gibi.”

DÖNÜŞ MÜMKÜN MÜ?

Kafkasya’dan gelen öğretmenlerin, Çerkesce eğitim verecek öğretmenler yetiştirmeye başladığını söyleyen Papşu, açılması muhtemel kursların kendilerine ne tür bir fayda sağlayacağından pek emin değil: “Bu dilin, Türkiye şartlarında yaşaması çok zor; ama kendi dilinizden az da olsa bir şeyler bilirseniz kültürünüzden kopmamış olursunuz. Dil öğrenme gayretimiz bu işe yarayabilir.” Çerkeslerin uzun yıllardır dönüşten söz etmesinin nedenlerinden biri de dillerini burada kullanamıyor oluşları. Bir yandan da bu tür söylemlerin bölücülükle ilişkilendirilmesinden ve Kürtlerle aynı karede yer almaktan rahatsızlık duyuyorlar. Murat Papşu, “Çerkesler göçmen topluluğu. Ayrı bir devlet ya da federasyon gibi talepleri olamaz. Tek istekleri kültürlerini yaşatabilmek. Bu problem olarak görülmemeli. Türkiye’nin demokratikleşmesi için elimizden geleni yapmalıyız.” diyor.

Anayurda dönüş arzusu yeni değil. Bir gün dönecekleri inancıyla yola çıkan ve bulabildikleri her fırsatta valizlerini toplayan Çerkesler, tek parti döneminde küllenen dönüş özlemlerini 1970’lerin sonunda yeniden ateşlediler. Bu tarihlerde dönmekten söz edenler, Sovyet rejimine uyum sağlayabileceklerine inanan solculardı. Bir on yıl sonra dönüş hareketinin başını çekenler de onlar oldu. Asıl kırılma noktası Sovyetler Birliği’nin dağılması ve kapıların açılması. O günlerde yoğunlaşan akraba arama ziyaretleri halen devam ediyor. İlk zamanların romantizminden ise eser yok. Anayurtlarında nüfuslarının yüzde 22 oranında olduğunu görmek birçoğu için sarsıcı olmuş. İşte burada, ‘Gidelim ve Kafkasya’yı kurtaralım.’ idealizmi devreye giriyor.

Bugün Çerkes aydınların dönüşü elzem saymasının en önemli nedenlerinden biri de bu, diğer etnik gruplara kıyasla dillerinin ve kültürlerinin hâkim unsur olduğu bir vatana sahip olmayışları. Toplam Çerkes nüfusun yüzde 90’ı dışarıda yaşıyor. “Orası Rusya.” diyor Papşu, “İstediğimiz vakit çekip gideriz diyemiyoruz. Vatandaşlık verme yetkisi Rusya’da. Çerkes bürokratlar da tam bir Sovyet bürokratı. Toplu bir dönüşü isteyip istemediklerinden hiç emin değilim.”

Kafkasya’da 1990’larda sorulan ‘Bir milyon Çerkes gelirse nerede barındırırız?’ sorusunun cevabını aramaya gerek kalmamış. Türkiye’den hepi topu bin kişinin gittiği tahmin ediliyor. Gidenlerin bir kısmının da geri döndüğü biliniyor. Murat Papşu “Şimdi daha gerçekçi planlar yapmalıyız.” diyor. “Dönüşün ekonomik altyapısı hazırlanmadı. Çerkesler buradakine yakın ya da daha iyi ekonomik ve sosyal şartlara sahip olmalılar ki dönsünler. Rusya krizi atlattı. Dönüş ileride avantajlı olacak; ama o zaman da vatandaşlık almak zorlaşacak.”

Papşu, “Siz dönmek istiyor musunuz?” sorusuna net cevap vermekte zorlanıyor: “Zor bir soru. En son üç yıl önce gittiğimde orada yaşayabileceğimi düşündüm. Ama eşimin böyle bir niyeti yok.” İşte burada iki soru daha çıkıyor karşımıza: Kim gitmek istiyor ve gidişin şekli nasıl olacak? Dönüş fikri şu günlerde belli bir çevrenin gündemini işgal ediyor. Kafkas dernekleriyle iletişimi olmayan ya da herhangi bir yayın organı takip etmeyen bir Çerkes için dönmek çok yeni bir konu. Hatta birçoğunun “Nereye dönüyoruz, ne oluyor?” diye şaşırması kuvvetle muhtemel. Papşu’nun kastettiği ‘Gerçekçi planlar’ son tahlilde kesin dönüşün şart olmadığıyla ilgili. Gidenlerin bir kısmının buradaki evleri duruyor hatta emekli maaşlarını alıyorlar. Önemli olan Kafkasya ile ilişkilerin korunması ve yoğunlaşması.

ANAYURDUNDA AKRABALARINI ARAYAN KADIN

‘Kaf Dağı Düşü’ belgeseli Düzce’nin bir köyünden Kafkasya’nın Adığe Cumhuriyeti’ne uzanan bir yaşam öyküsü. Belgesel Sinemacılar Birliği üyesi Sezgin Türk, annesi Pakize Türk’ün hayatından hareketle Çerkeslerdeki anayurt özlemi ve akrabalarını arama serüvenini anlatıyor. Yıllardır hayali kurulan yolculuğun yalnızca üç saat sürmesi ve Kaf Dağı’nın ardındaymış gibi mitleştirilen anayurdun gidilebilen, toprağına ayak basılabilen gerçek bir mekân olması… Kolay değil, arada 140 senelik bir boşluk var. Pakize Hanım’ın dedesinin babasıymış sürgünle gelen. Dedenin babası, dede ve sonunda baba da Hakkın rahmetine kavuştuğu halde, aynı sülale adını taşıyan Kafkasyalılar, “Halam gelmiş.” diye karşılıyor onu.

Sülale kavramı çok geniş, akrabalıkla ilgisi yok; ama akrabadan öteler, öyle ki birbirlerine kız alıp vermeleri yasak. İlk karşılaşma heyecanı, hasret giderme derken Pakize Hanım bir filmin kahramanı olduğunu unutuyor: “Güzel oynadın diyorlar bana. Hiç oynamadım ki, yaşadım. En çok da büyüklerimizin şehit olduğu yerdeki anıt mezardan etkilendim. Allah sülalesini arayan her Çerkes’e Kafkasya’yı görmeyi nasip etsin.” Kafkasya’yı görmek ve arada sırada ziyaret etmek, Pakize Türk bununla yetinmek istiyor. Orada yaşamak konusundaki düşüncesi net: “Katiyetle yerleşmeyi düşünmem. Biz burada doğduk, burada büyüdük. Dedem gazi olmuş, Çanakkale’de şehit verdik. Burası bizim vatanımız.”

Filmin yönetmeni, bu kadar kesin konuşmaması için annesini uyarsa da o da aynı görüşte: “Biz burada göçmeniz; ama misafir değiliz. Bu toplum beş kuşaktır Türkiye’de yaşıyor, buraya emek veriyor. İki tarafa da ait olduğumuzu düşünüyorum. Ancak ortada kaybolmakta olan bir kültür varsa oraya yerleşmek düşünülebilir.” Aslında o da kesin dönüşten yana değil. Gidip gelmek, bir ayağı orada olmak hatta mümkünse çifte vatandaşlık hakkı alabilmek… Kafkasya’da gerçeklerle yüzleşmiş Sezgin Hanım. ‘Biz boşluktan mı geldik?’ sorusuna cevap aramak, tam olarak hangi noktadan göçtüklerini görmek için çıktığı yolculuktan bir dolu sarsıcı deneyimle dönmüş.

Kafkasya’daki Çerkeslerin, iç kesimlere sürülmeden önce yaşadıkları köyü hiç merak etmemelerine şaşırmış öncelikle. Rus ve Çerkes askerini yan yana gösteren anıtın üzerinde ‘İlelebet Rusya ile’ yazması, beraberce kutlanan Kardeşlik Günü, Çerkeslerin esenliği Rusya’yla uyumlu yaşamakta bulduğunu düşündürtmüş ona. “Nereden göçtük sorusu, Türkiye’de doğal karşılanıyor; ama orada tehlikeli bir soru galiba.” diyor Sezgin Hanım. Okullarda sadece dört saat Çerkesce eğitim verilmesi diğer derslerin hep Rusça gösterilmesi, Çerkes vatandaşlığına geçebilmek için Rusça bilme zorunluluğu aranması, televizyonda 20 dakikada bir Çerkesce yayın yapılması büyük bir hayal kırıklığına uğratmış onu: “Türkiye’de göçmeniz; ama anayurdumuzda azınlık olmamız daha sarsıcı. Sırtımızı yaslayacağımız güçlü bir baba yok orada. Anayurt işte. Evimiz. Bir kulübe de olsa evimiz.”

Yönetmen filmde maksadına ulaşmış görünüyor. Kafkasya’yı Çerkesler için bir Kaf Dağı düşü olmaktan çıkarmak... Oraya gidip gelinebilir, hayal kırıklığına uğranabilir ya da umulandan fazlası bulunabilir… “Hiçbir şeyi olmasa bile hayatımda gördüğüm en güzel tabiat orada. En azından tatile gideriz.” diyor Sezgin Türk.

ÇERKESCE YAYININ BİR CAZİBESİ YOK

Pakize Türk ve Sezgin Türk TRT’nin Çerkesce yayınının hangi gün olduğunu bilmiyorlar; çünkü ilgilenmiyorlar. Sezgin Hanım Çerkesce bilmiyor zaten. Annesi de spiker Kabardey olduğu için lehçeyi anlamakta zorlanıyor. Televizyonda Çerkesce duymak da eskisi kadar heyecan vermiyor. Sezgin Hanım, “Uşak halılarının Çerkesce anlatılmasının ilginç bir yanı yok.” diyor. Murat Papşu da, yayını sadece ilk gün izlemiş: “Çerkeslerle ilgili bir şey görmeyi bekliyor insanlar. Otlarla ilgili bir belgeseli ya da haftalık haber özetlerini değil.”

Hiç yorum yok: